14 Temmuz 2011 Perşembe

Sadık Hidayet ( Sadehg hedayet )Sevdiklerim arasında intihar edenlerden...:(













      Şakası olmayan tek gerçek bu olsa gerek.Adını tam yerleştiremedim ölümü kendi hayat çizgime,tam bir cümlem,tam bir açıklamam yok kendi benliğime.Uykuya dalmak üzereyken geldi aklıma yine içime simdirdigim   şairlerden,yazarlardan birkaçtanesi,bilmem nedendir zaten tanıdığım günden beri adım nilgün oldu,sadık oldu ve daha birkaçtanesi.Yasaklıyacagım zaten kendime Farid Farjad'ı beni büsbütün sürüklüyor geçmişe,ait olmadığımı,kimse olmadığımı...
      irli saman sarısı burunlu ve ayaklarına kadar siyah benekli İskoç cinsi bir köpekti bu…
Veramin meydanını, açlık gideren ve günlük yaşantının basit gereksinimlerini karşılayan birkaç ekmek fırını, kasap, attar, iki kahvehane ve bir berber oluşturuyordu. Meydan ve kavurucu güneş altında yarı çıplak, yarı yanık dolaşan insanlar gurup vaktinin ilk esintilerini ve gecenin bastırmasını bekliyorlardı. Ne insanlarda, ağaçlarda ve hayvanlarda bir hareket vardı ne dükkanlarda iş. Sıcak hava başlara ağırlık veriyor gelip geçen otomobillerin kaldırdığı toz, masmavi gökyüzündeki hafif toz bulutunu sürekli yoğunlaştırıyordu.
Meydanın bir tarafındaki yaşlı çınarın gövdesi oyulmuş ama ağaç yine de inatla eğri büğrü dallarını her bir tarafa uzatmıştı.Tozlu yapraklarının gölgelediği yere genişçe büyük bir seki yapmışlardı. İki çocuk burada bağıra çağıra sütlaç ve kabak çekirdeği satıyordu. Kahvenin önündeki arktan boz bulanık bir su akıyordu tabii buna akma denirse.
Dikkat çeken tek yapı konik başlı yarısına kadar şahrem şahrem yarık içindeki silindirik duvarıyla, ünlü Veramin burcuydu. Dökülmüş tuğlaların oluşturduğu oyukları yuva edinmiş serçeler bile aşırı sıcaktan seslerini kesmiş uyuyorlardı. Arada bir sessizliği bozan tek şey bir köpeğin iniltisiydi.
Kirli saman sarısı burunlu ve ayaklarına kadar siyah benekli İskoç cinsi bir köpekti bu. Bataklıkta koşmuş da üstünde çamur lekeleri kalmıştı sanki. Kıvrık kulakları, kıvır kıvır kirli tüyleri parlak bir kuyruğu vardı. Kıllı suratında insanınkilere benzer cin gibi iki göz ışıldıyordu. Gözlerinin derinliklerinde insana özgü bir ruha sahip olduğu seziliyor, geceleri hayatın tüm canlılığını üstünde hissettiğinde gözlerinde engin bir şeyler dalgalanıyordu. Anlaşılması imkansız bir mesaj vardı bunlarda. Ne aydınlıktı bu ne bir renk. İnanılamayacak bambaşka bir şey. Hani yaralı ceylanların gözünde görülen şeylerden. Onun gözleriyle insanınkiler arasında benzerlikten çok bir tür eşitlik görülüyordu adeta. Acı ıstırap ve beklenti dolu iki siyah göz. Bunlar sadece aylak bir köpeğin suratında görülebilir. Onun yakarış dolu dertli bakışlarını ne gören oluyordu ne de anlayan. Fırıncının çırağı dükkanın önünde onu dövüyor, kasabınki taş atıyordu. Bir otomobilin gölgesine sığınacak olsa şoförün, kabaralı ayakkabısıyla attığı tekmelere maruz kalıyordu. Herkes onu hırpalamaktan yorulunca, sütlaç satan çocuk ona işkence etmekten ayrı bir haz duyuyordu. Her iniltisi beline isabet eden bir taş demekti ve hayvan inledikçe çocuğun kahkahası yükseliyor ve çocuk “seni imansız!” diyordu.Herkes çocukla elbirliği etmişti sanki. Sinsi sinsi çocuğu fitilliyor sonra kah kah gülüşmeye başlıyorlardı. Allah rızası için dövüyorlardı. Mezhebin lanetlediği, yedi canlı, pis bir köpeğe eziyet etmek çok doğal geliyordu onlara.
nelerin çeşit çeşit kokuları karmakarışık ve uzakta kalmış anılarını canlandırdı burnunda. Tarlaya her dikkatli bakışında içgüdüsel bir istek baskın çıkarak anılarını ta başından canlandırıveriyordu. Ama bu kez öylesine güçlüydü ki bu duygu sanki bir ses onu harekete, oynayıp zıplamaya çağırıyordu kulağının dibinde.Yeşilliklerde koşup zıplamak için karşı konulmaz bir istekti bu duygu.
Sütlaç satan çocuk o kadar üstüne gitti ki hayvancağız sonunda burca giden sokağa doğru kaçtı; daha doğrusu aç biilaç kendini zorla sürükledi ve bir su yoluna sığındı. Başını ellerinin üstüne koyup dilini çıkardı, yarı uykulu yarı uyanık bir halde karşısında dalgalanan ekin tarlasını izlemeye koyuldu. Vücudu yorgundu, sinirleri sızlıyordu. Su yolunun nemli havasında tüm vücudunu bir rahatlık kapladı. Yarı canlı sebzelerin, nemli eski bir ayakkabı tekinin, ölü veya diri nesnel
Genetik bir duyguydu bu. Çünkü tüm ataları İskoçya’ da çayırlıklarda özgürce yetiştirilmişlerdi. Ama o kadar halsizdi ki bedeni kımıldamasına bile izin vermiyordu. Baygınlık ve güçsüzlükle karışık acı bir duyguya kapıldı. Unutulan yitip giden bir avuç duygu heyecana dönüştü. Eskiden türlü türlü görevleri ve gereksinimleri vardı. Sahibinin evinden yabancı birini ya da yabancı bir köpeği kovmak için sahibinin sesine koşmalıydı; sahibinin çocuğuyla oynamalıydı; görüp tanıdığı kişilere nasıl davranacağını bilmeliydi; zamanı gelince yemeğini yemeli, belirli zamanlarda okşanmayı beklemeliydi. Ama şimdi bu sorumlulukların tümü alınmıştı ondan.
Artık bütün işi gücü korku içinde titreyerek çöplüklerden yiyecek kırıntıları bulmak, gün boyu dayak yemek, inlemekti. Savunacak tek şeyi olmuştu bu. Eskiden cüretli, korkusuz, temiz ve kanlı canlıydı. Ama şimdi korkak itilip kakılan biri olmuştu. Bir şey duysa yakınında bir şey kımıldasa tir tir titriyor hatta kendi sesinden bile korkuyordu. Aslında pisliğe ve çöpe alışmıştı.Vücudu kaşınıyordu. Pireleri avlayacak ya da yalayacak hali kalmamıştı. Çöplüğün bir parçası olduğunu hissediyordu. İçinde bir şeyler ölmüş sönmüştü.
Bu cehenneme düşeli iki kış geçmiş, şöyle doyasıya bir şey yememiş, gözü rahat bir uyku görmemişti. Şehveti duyguları körelip gitmiş, bir Allahı’ın kulu onu okşamamış, gözlerine bakan olmamıştı. Buradaki insanlar sahibine benzemesine benziyorlardı ama duyguları, huyları, davranışları yerden göğe kadar sahibininkinden farklıydı. Eskiden içlidışlı olduğu insanlar onun dünyasına daha yakındılar sanki; acılarını hislerini anlıyor, onu daha çok himaye ediyorlardı.
Aldığı kokuların arasında en çok başını döndüreni, oğlanın önündeki sütlaçların kokusuydu. Tıpatıp annesinin sütüne benzeyen ve çocukluk hatıralarını anımsatan bu sıvı ansızın bir uyuşukluk hissi uyandırdı. Henüz yavruyken annesinin memesinden o sıcak besleyici sıvıyı emerken annesi yumuşak diliyle onu yalar, temizlerdi. Annesinin koynunda, erkek kardeşiyle yan yana iken aldığı keskin koku, annesinin ve sütünün ağır ve keskin kokusu burnunda canlandı.
Süt sarhoşu olduğu zaman vücudu ısınıp rahatlıyor, akışkan bir sıcaklık tüm damarlarına, sinirlerine yayılıyordu. Mahmur mahmur annesinin memesine bakıyor, vücudunu saran keyif verici titreyişlerle derin bir uyku geliyordu peşinden. Gayri ihtiyari ellerini annesinin memesine bastırmaktan, zahmetsizce, koşuşturmadan süte ulaşmaktan daha büyük bir zevk olabilir miydi? Kardeşinin kıllı bedeni, annesinin sesi, bütün bunlar keyif ve okşayış doluydu. Eski ahşap yuvasını hatırladı. Yeşil bahçede kardeşiyle oynadığı oyunları.
Onun kıvrık kulaklarını ısırır, yere düşer, kalkar, koşarlardı. Sonra bir oyun arkadaşı daha bulmuştu; sahibinin oğlu. Bahçede onun peşinden koşar, havlar, giysisini ısırırdı. Hele hele sahibinin okşayışlarını , onun elinden yediği şekerleri hiç unutmamıştı. Ama sahibinin oğlunu daha çok severdi. Çünkü hem oyun arkadaşıydı hem de asla dövmezdi.Sonraları birden kaybetti annesiyle kardeşini. Sahibi, oğlu, karısı ve yaşlı uşağı kalmıştı geriye. Her birinin kokusunu nasıl da ayırır, ayak seslerini ta uzaktan tanırdı. Öğle ve akşam yemeği vakti masanın çevresinde dolanır, yiyecekleri koklardı. Kimi zaman sahibinin hanımı , kocasının muhalefetine karşın sevgi dolu bir lokmacık ayırırdı onun için. Yaşlı uşak gelince ona seslenirdi: “Pat…Pat…” Ve yemeğini koyardı ahşap yuvasının yanındaki özel kaba.
Pat’ın mest olması onun bedbahtlığını hazırladı. Çünkü sahibi Pat’ın evden çıkıp dişi köpeklerin peşine takılmasına izin vermiyordu. Bir sonbahar günü sahibi önceden tanıdığı, eve sık sık gelen iki kişi ile birlikte otomobilde otururken Pat’ı çağırdılar ve öne oturttular. Pat birkaç kez sahibi ile arabada yolculuk yapmıştı ama o gün mestti, farklı bir heyecan içindeydi. Birkaç saat gittikten sonra bu meydanda indiler. Sahibi o iki kişiyle birlikte bu burcun yanından geçti. Tesadüf bu ya bir dişi köpeğin kokusu Pat’ın kendi cinslerinde aradığı çok özel bir koku, onu deli divane etti birden. Arada bir kokladı, kokladı sonunda bir bahçenin su yolundan bahçeye daldı.
öpekle birlikte olmaya zorlamıştı. Kulağının, dış dünyadan gelen sesleri duymamaya başladığını, ağırlaştığını hissetmişti. İçinde şiddetli duygular uyanmıştı. Dişi köpeğin kokusu başını döndürecek kadar keskin ve güçlüydü.
Sahibinin sesinin onun üzerinde garip bir etkisi vardı. Çünkü kendisini borçlu hissettiği tüm görevlerini ve sorumluluklarını hatırlatıyordu. Yine de dış dünyadaki güçlerin ötesinde bir güç onu dişi k
Tüm kasları, vücudu, duyguları kontrolünden çıkmıştı. Ama çok geçmeden sopayla, kürek sapıyla kovalamaya gelip, girdiği su yolundan geri çıkardılar onu.
Pat şaşkın yorgun ama kuş gibi hafiflemiş rahatlamış olarak sahibini aramaya başladı. Birkaç ara sokakta onun kokusundan izler kalmıştı. Her tarafı aradı, belirli aralıklarla kendisine özgü işaretler bıraktı; kasabanın dışındaki harabeye kadar gitti, tekrar geri döndü. Sahibinin meydana döndüğünü anlamıştı; onun silik kokusu diğer kokulara karışmıştı. Bırakıp gitmiş olabilir miydi acaba sahibi? Istırapla karışık tatlı bir korkuya kapıldı. Pat sahibi efendisi olmadan nasıl yaşayabilirdi? Çünkü sahibi onun için tanrı demekti. Yine onu aramaya geleceğinden emindi. Korku içinde birkaç caddede koşmaya başladı. Ama boşunaydı zahmeti.
Sonunda geceleyin yorgun argın meydana döndü. Sahibinden haberi yoktu. Bir iki tur daha attı kasabada, sonra dişi köpeği buldu, su yoluna gitti. Ama taşla kapatmışlardı su yolunu. Bahçeye girme umuduyla yeri kazmaya başladı; hayır imkansızdı. Umudunu yitirince oracıkta kestirmeye koyuldu.
Pat gece yarısı kendi iniltisiyle sıçradı uykusundan. Kalkıp birkaç sokakta dolaştı, duvarları kokladı, bir Anasayfa  »  Sadık Hidayet  »  Sadık Hidayet

Sadık Hidayet

Kirli saman sarısı burunlu ve ayaklarına kadar siyah benekli İskoç cinsi bir köpekti bu…
Veramin meydanını, açlık gideren ve günlük yaşantının basit gereksinimlerini karşılayan birkaç ekmek fırını, kasap, attar, iki kahvehane ve bir berber oluşturuyordu. Meydan ve kavurucu güneş altında yarı çıplak, yarı yanık dolaşan insanlar gurup vaktinin ilk esintilerini ve gecenin bastırmasını bekliyorlardı. Ne insanlarda, ağaçlarda ve hayvanlarda bir hareket vardı ne dükkanlarda iş. Sıcak hava başlara ağırlık veriyor gelip geçen otomobillerin kaldırdığı toz, masmavi gökyüzündeki hafif toz bulutunu sürekli yoğunlaştırıyordu.
Meydanın bir tarafındaki yaşlı çınarın gövdesi oyulmuş ama ağaç yine de inatla eğri büğrü dallarını her bir tarafa uzatmıştı.Tozlu yapraklarının gölgelediği yere genişçe büyük bir seki yapmışlardı. İki çocuk burada bağıra çağıra sütlaç ve kabak çekirdeği satıyordu. Kahvenin önündeki arktan boz bulanık bir su akıyordu tabii buna akma denirse.
Dikkat çeken tek yapı konik başlı yarısına kadar şahrem şahrem yarık içindeki silindirik duvarıyla, ünlü Veramin burcuydu. Dökülmüş tuğlaların oluşturduğu oyukları yuva edinmiş serçeler bile aşırı sıcaktan seslerini kesmiş uyuyorlardı. Arada bir sessizliği bozan tek şey bir köpeğin iniltisiydi.
Kirli saman sarısı burunlu ve ayaklarına kadar siyah benekli İskoç cinsi bir köpekti bu. Bataklıkta koşmuş da üstünde çamur lekeleri kalmıştı sanki. Kıvrık kulakları, kıvır kıvır kirli tüyleri parlak bir kuyruğu vardı. Kıllı suratında insanınkilere benzer cin gibi iki göz ışıldıyordu. Gözlerinin derinliklerinde insana özgü bir ruha sahip olduğu seziliyor, geceleri hayatın tüm canlılığını üstünde hissettiğinde gözlerinde engin bir şeyler dalgalanıyordu. Anlaşılması imkansız bir mesaj vardı bunlarda. Ne aydınlıktı bu ne bir renk. İnanılamayacak bambaşka bir şey. Hani yaralı ceylanların gözünde görülen şeylerden. Onun gözleriyle insanınkiler arasında benzerlikten çok bir tür eşitlik görülüyordu adeta. Acı ıstırap ve beklenti dolu iki siyah göz. Bunlar sadece aylak bir köpeğin suratında görülebilir. Onun yakarış dolu dertli bakışlarını ne gören oluyordu ne de anlayan. Fırıncının çırağı dükkanın önünde onu dövüyor, kasabınki taş atıyordu. Bir otomobilin gölgesine sığınacak olsa şoförün, kabaralı ayakkabısıyla attığı tekmelere maruz kalıyordu. Herkes onu hırpalamaktan yorulunca, sütlaç satan çocuk ona işkence etmekten ayrı bir haz duyuyordu. Her iniltisi beline isabet eden bir taş demekti ve hayvan inledikçe çocuğun kahkahası yükseliyor ve çocuk “seni imansız!” diyordu.Herkes çocukla elbirliği etmişti sanki. Sinsi sinsi çocuğu fitilliyor sonra kah kah gülüşmeye başlıyorlardı. Allah rızası için dövüyorlardı. Mezhebin lanetlediği, yedi canlı, pis bir köpeğe eziyet etmek çok doğal geliyordu onlara.
Sütlaç satan çocuk o kadar üstüne gitti ki hayvancağız sonunda burca giden sokağa doğru kaçtı; daha doğrusu aç biilaç kendini zorla sürükledi ve bir su yoluna sığındı. Başını ellerinin üstüne koyup dilini çıkardı, yarı uykulu yarı uyanık bir halde karşısında dalgalanan ekin tarlasını izlemeye koyuldu. Vücudu yorgundu, sinirleri sızlıyordu. Su yolunun nemli havasında tüm vücudunu bir rahatlık kapladı. Yarı canlı sebzelerin, nemli eski bir ayakkabı tekinin, ölü veya diri nesnelerin çeşit çeşit kokuları karmakarışık ve uzakta kalmış anılarını canlandırdı burnunda. Tarlaya her dikkatli bakışında içgüdüsel bir istek baskın çıkarak anılarını ta başından canlandırıveriyordu. Ama bu kez öylesine güçlüydü ki bu duygu sanki bir ses onu harekete, oynayıp zıplamaya çağırıyordu kulağının dibinde.Yeşilliklerde koşup zıplamak için karşı konulmaz bir istekti bu duygu.
Genetik bir duyguydu bu. Çünkü tüm ataları İskoçya’ da çayırlıklarda özgürce yetiştirilmişlerdi. Ama o kadar halsizdi ki bedeni kımıldamasına bile izin vermiyordu. Baygınlık ve güçsüzlükle karışık acı bir duyguya kapıldı. Unutulan yitip giden bir avuç duygu heyecana dönüştü. Eskiden türlü türlü görevleri ve gereksinimleri vardı. Sahibinin evinden yabancı birini ya da yabancı bir köpeği kovmak için sahibinin sesine koşmalıydı; sahibinin çocuğuyla oynamalıydı; görüp tanıdığı kişilere nasıl davranacağını bilmeliydi; zamanı gelince yemeğini yemeli, belirli zamanlarda okşanmayı beklemeliydi. Ama şimdi bu sorumlulukların tümü alınmıştı ondan.
Artık bütün işi gücü korku içinde titreyerek çöplüklerden yiyecek kırıntıları bulmak, gün boyu dayak yemek, inlemekti. Savunacak tek şeyi olmuştu bu. Eskiden cüretli, korkusuz, temiz ve kanlı canlıydı. Ama şimdi korkak itilip kakılan biri olmuştu. Bir şey duysa yakınında bir şey kımıldasa tir tir titriyor hatta kendi sesinden bile korkuyordu. Aslında pisliğe ve çöpe alışmıştı.Vücudu kaşınıyordu. Pireleri avlayacak ya da yalayacak hali kalmamıştı. Çöplüğün bir parçası olduğunu hissediyordu. İçinde bir şeyler ölmüş sönmüştü.
Bu cehenneme düşeli iki kış geçmiş, şöyle doyasıya bir şey yememiş, gözü rahat bir uyku görmemişti. Şehveti duyguları körelip gitmiş, bir Allahı’ın kulu onu okşamamış, gözlerine bakan olmamıştı. Buradaki insanlar sahibine benzemesine benziyorlardı ama duyguları, huyları, davranışları yerden göğe kadar sahibininkinden farklıydı. Eskiden içlidışlı olduğu insanlar onun dünyasına daha yakındılar sanki; acılarını hislerini anlıyor, onu daha çok himaye ediyorlardı.
Aldığı kokuların arasında en çok başını döndüreni, oğlanın önündeki sütlaçların kokusuydu. Tıpatıp annesinin sütüne benzeyen ve çocukluk hatıralarını anımsatan bu sıvı ansızın bir uyuşukluk hissi uyandırdı. Henüz yavruyken annesinin memesinden o sıcak besleyici sıvıyı emerken annesi yumuşak diliyle onu yalar, temizlerdi. Annesinin koynunda, erkek kardeşiyle yan yana iken aldığı keskin koku, annesinin ve sütünün ağır ve keskin kokusu burnunda canlandı.
Süt sarhoşu olduğu zaman vücudu ısınıp rahatlıyor, akışkan bir sıcaklık tüm damarlarına, sinirlerine yayılıyordu. Mahmur mahmur annesinin memesine bakıyor, vücudunu saran keyif verici titreyişlerle derin bir uyku geliyordu peşinden. Gayri ihtiyari ellerini annesinin memesine bastırmaktan, zahmetsizce, koşuşturmadan süte ulaşmaktan daha büyük bir zevk olabilir miydi? Kardeşinin kıllı bedeni, annesinin sesi, bütün bunlar keyif ve okşayış doluydu. Eski ahşap yuvasını hatırladı. Yeşil bahçede kardeşiyle oynadığı oyunları.
Onun kıvrık kulaklarını ısırır, yere düşer, kalkar, koşarlardı. Sonra bir oyun arkadaşı daha bulmuştu; sahibinin oğlu. Bahçede onun peşinden koşar, havlar, giysisini ısırırdı. Hele hele sahibinin okşayışlarını , onun elinden yediği şekerleri hiç unutmamıştı. Ama sahibinin oğlunu daha çok severdi. Çünkü hem oyun arkadaşıydı hem de asla dövmezdi.Sonraları birden kaybetti annesiyle kardeşini. Sahibi, oğlu, karısı ve yaşlı uşağı kalmıştı geriye. Her birinin kokusunu nasıl da ayırır, ayak seslerini ta uzaktan tanırdı. Öğle ve akşam yemeği vakti masanın çevresinde dolanır, yiyecekleri koklardı. Kimi zaman sahibinin hanımı , kocasının muhalefetine karşın sevgi dolu bir lokmacık ayırırdı onun için. Yaşlı uşak gelince ona seslenirdi: “Pat…Pat…” Ve yemeğini koyardı ahşap yuvasının yanındaki özel kaba.
Pat’ın mest olması onun bedbahtlığını hazırladı. Çünkü sahibi Pat’ın evden çıkıp dişi köpeklerin peşine takılmasına izin vermiyordu. Bir sonbahar günü sahibi önceden tanıdığı, eve sık sık gelen iki kişi ile birlikte otomobilde otururken Pat’ı çağırdılar ve öne oturttular. Pat birkaç kez sahibi ile arabada yolculuk yapmıştı ama o gün mestti, farklı bir heyecan içindeydi. Birkaç saat gittikten sonra bu meydanda indiler. Sahibi o iki kişiyle birlikte bu burcun yanından geçti. Tesadüf bu ya bir dişi köpeğin kokusu Pat’ın kendi cinslerinde aradığı çok özel bir koku, onu deli divane etti birden. Arada bir kokladı, kokladı sonunda bir bahçenin su yolundan bahçeye daldı.
Sahibinin sesinin onun üzerinde garip bir etkisi vardı. Çünkü kendisini borçlu hissettiği tüm görevlerini ve sorumluluklarını hatırlatıyordu. Yine de dış dünyadaki güçlerin ötesinde bir güç onu dişi köpekle birlikte olmaya zorlamıştı. Kulağının, dış dünyadan gelen sesleri duymamaya başladığını, ağırlaştığını hissetmişti. İçinde şiddetli duygular uyanmıştı. Dişi köpeğin kokusu başını döndürecek kadar keskin ve güçlüydü.
Tüm kasları, vücudu, duyguları kontrolünden çıkmıştı. Ama çok geçmeden sopayla, kürek sapıyla kovalamaya gelip, girdiği su yolundan geri çıkardılar onu.
Pat şaşkın yorgun ama kuş gibi hafiflemiş rahatlamış olarak sahibini aramaya başladı. Birkaç ara sokakta onun kokusundan izler kalmıştı. Her tarafı aradı, belirli aralıklarla kendisine özgü işaretler bıraktı; kasabanın dışındaki harabeye kadar gitti, tekrar geri döndü. Sahibinin meydana döndüğünü anlamıştı; onun silik kokusu diğer kokulara karışmıştı. Bırakıp gitmiş olabilir miydi acaba sahibi? Istırapla karışık tatlı bir korkuya kapıldı. Pat sahibi efendisi olmadan nasıl yaşayabilirdi? Çünkü sahibi onun için tanrı demekti. Yine onu aramaya geleceğinden emindi. Korku içinde birkaç caddede koşmaya başladı. Ama boşunaydı zahmeti.
Sonunda geceleyin yorgun argın meydana döndü. Sahibinden haberi yoktu. Bir iki tur daha attı kasabada, sonra dişi köpeği buldu, su yoluna gitti. Ama taşla kapatmışlardı su yolunu. Bahçeye girme umuduyla yeri kazmaya başladı; hayır imkansızdı. Umudunu yitirince oracıkta kestirmeye koyuldu.
Pat gece yarısı kendi iniltisiyle sıçradı uykusundan. Kalkıp birkaç sokakta dolaştı, duvarları kokladı, bir süre böyle aylak aylak döndü durdu. Sonra çok acıktığını hissetti. Meydana dönünce burnuna çeşit çeşit yiyecek kokuları geldi. Geceden kalma et kokuları taze ekmek ve yoğurt kokusu hepsi birbirine karışmıştı. Bir yandan da suçluluk hissediyordu. Başkalarının mülküne girmişti. Sahibine benzeyen bu insanlardan dilenmeli, onu kovduracak bir rakip çıkmazsa yavaş yavaş buranın mülkiyet hakkını ele geçirmeliydi. Ellerinde yiyecek olan bu varlıklardan biri belki ona bakabilirdi.
İhtiyatla korkudan titreye titreye yeni açılan ve içerden pişmiş hamur kokularının geldiği fırının önüne gitti. Koltuğunda ekmek olan biri seslendi ona: “gel… gel…” Sesi ne kadar garip gelmişti kulağına. Adam onun önüne bir parça sıcak ekmek attı. Pat kısa bir tereddütten sonra ekmeği yedi ve onun için kuyruğunu salladı. Adam ekmeği dükkanın tezgahına koyup korku ve ihtiyatla Pat’ın başını okşadı. Sonra iki eliyle tasmasını çözdü. Nasıl da rahatlamıştı Pat! Bütün sorumluluklar görevler omuzlarından alınmıştı sanki. Ama tekrar kuyruğunu sallaya sallaya dükkan sahibine yaklaşınca böğrüne kuvvetli bir tekme yedi ve inleye inleye uzaklaştı oradan. Dükkan sahibi gidip arkta elini yıkadı. Pat dükkanın önünde asılı duran tasmasını tanıyordu hala.
O günden beri bu insanlardan tekme taş ve sopadan başka bir şey görmemişti. Kanlı bıçaklı düşmanıydılar ve ona işkenceden zevk alıyorlardı sanki.
Pat kendini ait görmediği, kimsenin onu anlamadığı yeni bir dünyaya gelmişti. İlk birkaç günü çok zor geçti. Sonra yavaş yavaş alıştı. Üstelik köşe başında sağda çöp dökülen bir yer bulmuştu. Çöp arasında kemik yağ deri balık başı gibi lezzetli parçalarla tanımadığı başka başka yiyecekler buluyordu. Günün geri kalan kısmını kasapla fırının önünde geçiriyordu. Gözü kasabın elindeydi ama lezzetli parçalar yerine daha çok dayak yiyor ve yeni yaşantısına ayak uydurmaya çalışıyordu. Eski yaşantısından tek tük silik görüntülerle bazı kokular kalmıştı. Ne zaman sıkıntıya düşse bu kayıp cennette bir tür teselli ve kaçış yolu buluyor ve elinde olmadan anıları gözünde canlanıyordu.
Pat’a en çok işkence eden şey kimse tarafından okşanmamaktı. Sürekli itilip kakılan ve küfredilen bir çocuk gibiydi. Yine de ince duyguları tümüyle sönmüş değildi. Hele hele acı ve işkence dolu bu yeni yaşantısında öncekinden çok gereksinimi vardı okşanmaya. Gözleriyle dileniyordu okşanmayı; sevgisini gösterip eliyle başını okşayana canını vermeye hazırdı. O da sevgisini bağlılığını gösterme fedakarlık etme ihtiyacını hissediyordu kendinde. Görünüşe bakılırsa kimsenin onun bağlılık gösterisinde bulunmasına ihtiyacı yoktu. Kimse onu himaye etmiyor hangi göze baksa kin ve kötülükten başka bir şey okumuyordu. Bu insanların ilgisini çekmek için yaptığı her hareket onları daha da öfkelendiriyordu sanki.
Pat su yolunda kestirirken birkaç defa inleyip uyandı. Kabus görüyordu galiba. Bu sırada şiddetli bir açlık hissetti; çevreden kebap kokusu geliyordu. Şiddetli açlık halsizliğini ve diğer acılarını unutturacak derecede işkence ediyordu. Zar zor kalkıp ihtiyarla meydana doğru gitti.
Bu sırada bir otomobil tozu dumana katarak Veramin meydanına girdi. Otomobilden bir adam indi, Pat’a doğru yürüyüp başını okşadı. Bu adam onun sahibi değildi. Yanılmamıştı. Sahibinin kokusunu iyi tanırdı çünkü. Ama nasıl oldu da onu okşayacak biri çıktı. Pat kuyruğunu sallayıp tereddüt içinde adama baktı. Aldanmamış mıydı acaba? Okşanmasına neden olacak tasması da yoktu. Adam geri dönüp yine başını okşadı. Pat peşine düştü adamın. Şaşkınlığı iyice artmıştı. Çünkü o adam iyi bildiği ve içinden güzel yiyeceklerin çıktığı odaya girmişti. Duvar kenarındaki kanepeye oturdu adam. Ona sıcak ekmek yoğurt ve başka yiyecekler getirdiler. Adam ekmek parçalarını yoğurda bulayıp onun önüne atıyordu. Pat yiyecekleri önce aceleyle sonra ağır ağır yiyordu. Sevimli ve acizlik ifade eden kara gözlerini adama dikmiş kuyruk sallıyordu. Uyanık mıydı yoksa düş mü görüyordu? Pat dayak yemeden doyasıya karnını doyurdu. Yeni bir sahip bulmuş olması mümkün müydü? Sıcağa rağmen adam kalktı burca giden sokağa girdi. Biraz bekledikten sonra dolambaçlı sokaklardan geçti. Pat da kasabanın dışına kadar onu izledi. Sahibinin gittiği birkaç duvarlı harabeye gitti. Bu adamlar da kendi dişilerinin kokularını arıyorlardı belki. Pat duvarın gölgesinde adamı bekledi. Sonra başka bir yoldan meydana döndüler.
Adam yine onun başını okşadı, meydanda küçük bir gezintiden sonra Pat’ın tanıdığı otomobillerden birine bindi. Pat arabaya çıkmaya cesaret edemiyordu. Kenarda oturmuş ona bakıyordu.
Otomobil birden toz kaldırarak hareket etti. Pat da arabanın peşinden koşmaya başladı hemen. Hayır bu defa adamı elinden kaçırmaya niyeti yoktu. Dili sarkmıştı ama vücudunda hissettiği tüm acılara rağmen var kuvvetiyle koşuyordu. Otomobil kasabadan uzaklaştı, kırlardan geçti. Pat iki üç kez arabaya yetişse de yine geri de kaldı.Tüm gücünü toplamış umutsuzca koşuyordu. Ama araba ondan hızlı gidiyordu. Yanılmıştı; üstelik koşarak otomobile yetişeyim derken iyice yorgun düşmüştü. Baygınlık geçirecek kadar fenalaşmıştı. Tüm organları kontrolünden çıkmış en küçük bir hareket etme yetisi kalmamıştı. Niçin koştuğunu nereye gittiğini bilmiyordu. Durdu; soluk soluğaydı. Dili sarkmış gözleri kararmaya başlamıştı. Boynu bükük zar zor yolun kenarına gitti; bir tarlanın yanından akan suyun başında karnını sıcak ve nemli kuma koydu. Hiç aldanmadığı içgüdüsüyle artık buradan kımıldayamayacağını hissetti. Başı döndü. Düşünceleri, hisleri silinmeye , birbirine karışmaya başlamıştı. Karnı çok kötü ağrıyordu. Gözlerinde hiç de hoş olmayan bir parıltı vardı. Kasılmalar kıvranmalar arasında elleri ayakları yavaş yavaş hissizleşiyor, mülayim ve keyif verici bir serinlik getiren soğuk terler döküyordu. Akşama doğru Pat’ın üzerinde üç aç karga uçuyordu. Uzaklardan almışlardı Pat’ın kokusunu. İçlerinden biri ihtiyatla yanına kadar geldi, dikkatle baktı. Pat’ın tamamen ölmediğine emin olunca uçtu gitti. Bu üç karga Pat’ın iki iri kara gözünü oymak için gelmişti.
 SADIK HİDAYET...
 ''ARTIK NE ARZUM KALDI,NE DE KİNİM.İÇİMDEKİ İNSANI YİTİRDİM.KAYBOLSUN DİYE DE BİR YERE BIRAKTIM.HAYATTA İNSAN YA MELEK OLMALI ,YA DOĞRU DÜRÜST İNSAN YA DA HAYVAN.BEN ONLARDAN HİÇBİRİ OLAMADIM.HAYATIM EBEDİYEN KAYBOLDU.BEN BENCİL,ACİZ,ACEMİ VE ZAVALLI OLARAK  DÜNYA YA GELMİŞİM.ŞİMDİ ARTIK GERİYE DÖNÜP ,BAŞKA YOLU SEÇMEM İMKANSIZ.BUNDAN BÖYLE ANLAMSIZ GÖLGELERİN PEŞİNDEN GİDEMEM.YAŞAMLA YAKA PAÇA OLAMAM,GÜREŞ TUTAMAM.SİZLER,GERÇEKTE YAŞADIĞINIZI ZANNEDİYORSUNUZ.ELİNİZDE HANGİ SAĞLAM KANIT VE MANTIK VAR?BEN ARTIK NE BAĞIŞLAMAK NE DE BAĞIŞLANMAK,NE SOLA NE DE SAĞA GİTMEK İSTİYORUM.GÖZLERİMİ GELECEĞE KAPAYIP,GEÇMİŞİ UNUTMAK İSTİYORUM.''
 BU CÜMLELERLE TANIDIM  BEN SADIK H. ,HEM HAKLI HEM HAKSIZDI BENİM İÇİN,HEM TARTIŞMALI HEM TARTIŞMASIZ,HEM GERÇEKÇİ VE BİR O KADAR GERÇEKÇİ...AĞIR GELIYOR KULAĞA YAŞAM İÇİN SÖYLEDİKLERİ EE HAKSIZDA DİİL HANİ,NE İNSAN OLMAYI BİLMEYİ NE DE HAYVAN OLABİLMEYİ.SADIK'TA BENİ ETKİLEYEN O KADAR DERİN ÇİZGİLER VAR Kİ,TAM BİR KAFKA HAYRANIYIM,ÜZERİNE DENEMELER YAZMAYA ÇALIŞIYORUM BİR DİĞERİDE YERE GÖĞE SIĞDIRAMADIĞIM HAYYAM (ÖMER)DIR.ŞİİRİ ONDA TATTIM BEN,ONDA HİSSETTİM.HİDAYET'TE BU İKİSİ ARASINDA KENDİNİ SIKIŞTIRMIŞ DOĞULU AYDIINDIR.
  1903 TAHRAN DOĞUMLUDUR YAZAR,FRANSIZ LİSE'SİNDE EĞİTİM  GÖRMÜŞTÜR.1925 YILINDA AVRUPA'YA GİTTİ,ÖNCE DİŞ HEKİMLİĞİ DAHA SONRA MÜHENDİSLİK OKUMAYA KARAR VERİR AMA EDEBİYAT SEVGİSİ AĞIR BASTIRIR,BU NEDENLE PARİS'E GİDER.PARİS'TE BOHEM HAYAT TARZINA SARILAN YAZAR FRANSIZ DİLİ VE EDEBİYATINI YAKINDAN İNCELER VE İLK ÖYKÜLERİNİ BU TARZDA ÇIKARIR.ÇEHOV,KAFKA,RİLKE,POE'NİN ESERLERİNİ İNCELER.BEETHOVEN VE ÇAYKOVSKİ VE AFYON TİRYAKİLİGİ İLE TANINIR YAZAR.BİR DÖNEM RESİMLEDE UGRASMIŞTIR.BİRÇOK ESERİ FARÇAYA ÇEVİRMİŞTİR.SADIK DEFALARCA İNTİHAR EŞİGİNDEN DÖNMÜŞTÜR.SADIK ALKOL VE UYUŞTURUCU İLE YAŞAM MÜCADELESİ VERDİĞİ DÖNEMLER OLMUŞTUR.YAZARIN ESERLERİNE FAZLA DEĞİNMEK İSTEMİYORUM MALESEF DAHA OKUYAMADIM,OKUDUKÇA GENİŞ GENİŞ KENDİ FİKİRLERİMİ YAZMAK İSTİYORUM.BİLDİGİM BU KONUDA ESERLERİ BİR COĞU ÖLÜMÜNDEN YILLAR SONRA FARSÇA'YA ÇEVRİLMİŞTİR.KENDİ ÜLKESİNE DÖNEN ÇEŞİTLİ ÇALIŞMALAR YAPAN,ÇEŞİTLİ ÜLKELERİ ZİYARET EDEN,FARKLI YERLERDE KİTAPLARINI ÇIKARAN YAZARIMIZ SOLUĞU YİNE PARİS'TE ALIR VE TABİ SENE SU GBİ AKMIŞ 1950 OLMUŞTUR.PARİS'TE GÜNLERCE HAVA GAZLI APARTMAN ARAYAN HİDAYET,9 NİSAN 1951'DE DAİRESİNE KAPANIR VE BÜTÜN DELİKLERİ KAPATARAK GAZ MUSLUGUNU AÇAR.ERTESİ GÜNÜ ZİYARETİNE GELEN DOSTU ONU MUTFAKTA YERE YATMIŞ ÖLÜ VAZİYETTE BULUR.''TERTEMİZ GİYMİŞ VE TRAŞ OLMUŞTU.YAKILMIŞ MÜSVEDDELERİNİN KALINTILARI YANBAŞINDA DURUYORDU'' ŞEKLİNDE ANLATIR.SADIK H. SADECE BİR KİTABINI OKUMAK KISMET OLDU,DİĞERLERİNİ EN KISA ZAMANDA TEMİN ETMEK İSTİYORUM.NİLGÜN MAR. HALA MEZARININ YERİNİ ÖGRENMEK KISMET OLMADI AMA SADIK H. YILMAZ GÜNEY İLE AYNI MEZARDA YATMAKTADIR.
 ''HİÇKİMSE ANLAMADI,ANLAYAMAZ,HİÇ KİMSE DE ANLAMAYACAK.HER TARAFTAN ÇIKMAZA DÜŞEN KİMSEYE'' AL BAŞINI GİT'' DERLER.ANCAK ÖLÜM İNSANI İSTEMEDİĞİ ZAMAN,ÖLÜM DE SIRT ÇEVİRDİĞİ ZAMAN,GELMEYEN VE GELMEK İSTEMEYEN ÖLÜM....''

*DİRİ GÖMÜLEN-1930
*MOĞOL GÖLGESİ-1931
*ÜÇ DAMLA KAN-1932
*ALACAKARANLIK-32
*KÖR BAYKUŞ-37
*AYLAK KÖPEK-42
*HACI AĞA-45
*İSLAM KERVANI
*VEJETARLIGININ  YARARLARI
*KAFKA'NIN MESAJI
*ÖLÜM
*İNSAN VE HAYVAN
*HAYYAM'IN TERANELERİ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder